Yıllar, yıllar önceydi; ABD’de, Teksas’ın Austin kentinde, kurulduğu ilk yıllarda bir düşünce kuruluşunun konferansından çıkarken, kendi kendime “İyi ki NATO’ya girmişiz!” diye söylendiğimi hatırlıyorum. Bu düşünce, bu kurumun ve benzerlerinin daha sonraki yıllarda giderek kökleşen analizleri sebebiyle, hiç aklımdan çıkmadı.
Analizin temeli şuydu: Sovyetler Birliği, çözülüp yok olalı 10 yıldan fazla zaman geçmiş, ABD’nin dünya egemeni olduğu tartışmasız kabul edilmişti. ABD’den habersiz, hatta onaysız dünya okyanusları ve büyük denizlerde bir donanma gemisinin hareket edemediği artık bir gerçekti. Daha eskilere gitmeye gerek yoktu: ABD, bir ülkeyi, o ülkenin başkanını, kurulu düzenini, iç ve dış siyasal dengelerini birkaç saat içinde yok edebildiğini Afganistan ve Kuveyt işgalini kırarken Irak’ta kanıtlamıştı. Bu ABD, artık ne kendine rakip olacak bir süper güce ne de bölgesel liderliğe soyunacak bir ülkeye izin vermezdi.
Bu “Amerika reklamı” tarzı ifadeleri, daha sonraki çıkarsamaları açıklayabilmek için tekrar ediyorum. Konuşmacı, ki sonraları çok ünlü olacaktı, “fay hattı” dediği, süper güç veya bölgesel lider olma istidadındaki ülkeleri tek tek ele alıyor ve bunları ABD ile ilişkisine bakarak değerlendiriyor; hangi jeostrateji fay hattının nasıl bir depreme yani savaşa yol açacağına dair tahminlerini sıralıyordu. Konuşmacı, Ortadoğu’nun bölgesel liderliğine Mısır, İran ve Türkiye’yi aday gösteriyor, Mısır’ın kaynak eksikliğinden, İran’ın da ABD düşmanlığından dolayı bölgesel liderlik mücadelesinde Türkiye’ye yenileceğini; Türkiye’nin tarihsel ve güncel konumu itibariyle (rahmetli Turgut Özal o sırada Türkiye’nin üzerindeki ölü toprağını silkelemekle meşguldü) bölgesel lider olmasına ABD’nin asla itiraz etmeyeceğini, hatta destekleyeceğini anlatıyordu. Konuşmanın burasında “Eğer öyle olmasaydı…” parantezi içinde sunulan analizi tekrar etmek istemiyorum. Ama bu analiz öyle bir NATO müdahalesi, iç huzursuzluk, etnik çatışma ve işgal teorileri içeriyordu ki, aktarmak için tekrar bile yakışık almaz.
Ama insana “NATO’ya iyi ki girmişiz!” dedirten bu analiz, bugün hala geçerli. ABD’nin “dünya hegemonisi sürdürmek için büyük stratejisi” her gün biraz daha Türkiye’nin çıkarları ile bağdaşmayan uygulamalara doğru evriliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Dışişleri Bakanı Fidan’ın, MİT Başkanı Kalın’ın mevkidaşlarıyla müzakerelerinde artan güçlüğü taktir etmemek imkansız. Ertelenen ABD ziyareti ve Erdoğan-Biden görüşmesi yapılabildiği zaman, ortada ABD’nin Irak ve Suriye’deki askeri varlıklarını sürdürmesi başlığı bile, nasıl olacak da, Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunduğu, Türkiye’nin jeopolitik çıkarlarının gözetildiği bir görüşme, örneğin bir petrol akışı, bir Kalkınma Yolu projesi, Irak üzerindeki etnik ve aşiret hesapları sürerken nasıl müzakere edilecektir? CentCom denen ABD komutanlığı bu iki ülkede varlığını sürdürdükçe, bölgeye ABD’nin değil de Türkiye’nin istediği bir düzenin hakim olması amacıyla görüşme nasıl mümkün olacaktır? Kısaca, Türkiye’yi büyük diplomatik maharet isteyen müzakereler bekliyor diyebiliriz.
Sonuçta Türkiye batı savunma yapısının ortağıdır ve Avrupa’nın iki başlı, ne biçim bir ortaklık olduğu belli olmayan birliğine girme arzusu, 1985’ten beri gerçekleşmemiş olmasına rağmen sürmektedir. Bu iki çerçeve, umulur ki, ABD ile müzakerelerin tepesinde asılı Demokles’in Kılıcı’nın bertaraf edilmesine yardımcı olur.